Erkeklikle hesaplaşmayı tamamlamak kolay değil. Biriktirdiğimizi sandıklarımız çok hızlı bir biçimde yok olabildiğinden ‘aştım’ demek imkansız. Bu, sürekli yeniden yüzleşilmesi gereken bir gerçeklik.

Kadınlara, erkek şiddetiyle nasıl mücadele edilir konusunda akıl vermeye kalkan bir erkek olarak değil de, erkek şiddetini durdurmak konusunda kendisini sorumlu hisseden ve önce kendi hayatındaki şiddeti yok etmeyi hedefleyen bir erkek olarak yazmaktayım.

Erkeklerin, toplumsal cinsiyet ve erkek şiddeti tartışmalarına katılmasının, bu sorunun çözümünde kadınların söylediklerine ekstra bir katkı sağlayacağına inanmamakla birlikte bu vesileyle, bu yoldaki çabalarımı ve eksiklerimi yazmaya çalışacağım.

Erkekler ve sömürgeciler çocukluklarından itibaren imtiyazlı olduklarını öğrenerek eğitilirler. Ve bunu hayatları boyunca kullanmak isterler. Bu imtiyaz hakkını bilerek ya da bilmeyerek ben de kullandım.

Biyolojik olarak kadın ve erkek olmaktan ayrı olarak, kadın ve erkek cinsiyetlerine yönelik toplum tarafından yüklenen rol ve sorumluluklara işaret eden toplumsal cinsiyet kavramını algılamam uzun zamanımı aldı.

Çünkü hep şiddetin normal görüldüğü, gerektiğinde şart olduğu fikriyle büyüdüm. Başarılı ya da itiraz eden bir kadın olduğunda “erkek gibi kadın” denilerek aslında kadının kendisine değil de erkekliğe güzelleme olduğunu çok sonra fark ettim ya da güçlü olan bir kadın için “devlet gibi kadın” denilerek devletin “büyüklüğüne vurgu yapıldığını çok sonra idrak ettim.

Özellikle, sonradan yaptığım birçok çalışmada, kadınların aslında ön saflarda olduğu ve hiçbirinin “devlet” ya da “erkek” gibi olmadığını net fark ettim.

Cizreli kadınlarla yaptığım belgesel çalışmasında hiçbir kadının erkek ve devlet şiddeti karşısında ne “devlet” ne de “erkek “olmadıklarını tam da kadın olduklarını ve kadın gibi güçlü ve direngen olduklarını – Marx’ın dediği gibi “utanmak erdemdir”- kendimden ve de erkekliğimden utanarak öğrendim.

Aynı zamanda Berfo Ana’nın 33 yıllık, oğlunu arama mücadelesinde, mücadelenin üç-dört yıllık bir parçasına şahit olarak kendi erkekliğimi çokça sorguladım.

Aynı şekilde Asiye Doğan ile birlikte, Hediye Coşkun’un kocası, devlet tarafından gözleri önünde öldürülmüş, oğlu 1995 yılında gözaltına alınmış biri olarak, nasıl devletin gücüne karşı bir “kadın’’ olduğunu, “erkekler için” nasıl mücadele ettiğini çok yakından gördüm.

Tabi ki en önemli yüzleşmem, Kürt Kadın Hareketi sayesinde oldu. Kürt Kadın Hareketi’nin, “Hareket” içindeki erkek zihniyetine karşı verdiği mücadele, kimlik ve kadın olma arayışı, benim sonradan ancak anlayabildiğim fedakarlığı, sabırla beni ve bizi eğitti.

Tabii ki bu sabır ve eğitici süreçte kendini sorgulamak ya da sana verilen emeğin hakkıyla karşılığını verememek yine de insanda eksik birçok nokta bırakıyor.

Tıpkı sömürgeci ile sömürge ilişkisi gibi. Sömürgeciler kendilerini sorgulamaz, kendilerini yargılamaz, kendilerinde bir kusur bulmak istemez.

Egemenliğinin verdiği özgüvenle değişmek yerine diğerini kendine uydurmayı esas alır. Karşı çıkışlar olduğunda da, değişmek yerine kendini haklı çıkaracak farklı argümanlar bulmaya çalışır. Türkler ve Kürtler de, erkek-kadın ilişkisinde olduğu gibi.

Kendime dönecek olursam. En büyük dönüşümüm ve bir erkek olarak kendimden nefret etmeme sebep olan bir konuyu vurgulamak isterim.

10 Ağustos 2015 tarihinde Muş Varto’da Kader Kevser Eltürk’ün (Ekin Van) birçok eli kanlı, elindeki kanla böbürlenen devletin kolluk kuvveti olan erkeğin, kendince küçük düşürmek için çıplak bedenini Varto’nun orta yerinde “sergilemesi” idi. Aslında geçmişe dönersek “devlet gibi kadın”, “erkek gibi kadın” dediklerinde ne demek istediklerinin somut göstergesiydi yaşananlar.

Çünkü kendi aklında kadın erkeğin ve toplumun “namusu”ydu ve bununla Kürt halkının “namusu”na halel getirmek istiyordu.

Halbuki bilinmiyordu ki yıllardır mücadele edecek kadınların ve kısmen kendini değiştirebilmiş biz erkeklerin, sergilenen o çıplak beden, onuru ve gururu olacaktı.

Ayrıca, feminist bilince sahip ve haklarını sonuna kadar koruyan kadınlarla beraber çalışmak ve arkadaş olmak da o süreçte kendimi sorgulayıcı ve öğretici oldu.

Çünkü teorik olarak bir konuyu anlamak ile pratik hayatta uygulamak arasında da büyük fark vardı. Yani, hakkım olarak gördüğüm şeylerin aslında toplumsal cinsiyet eğitiminden geldiğini anlamak onlardan kolayca vazgeçmemi beraberinde getirmedi.

Çünkü patriyarkanın erkeklere sağladığı somut çıkarlardan vazgeçmek hiç de kolay değil. Feminist kadınların sürekli olarak bizi sorguluyor ve düzeltiyor olması bu konudaki çabalarımı arttırdı.

Bugün itibarıyla artık eril dil kullanmamaya, psikolojik, ekonomik, sözel ve fiziksel şiddet olarak algılanabilecek tarzda davranışlarda bulunmamaya büyük özen göstermekle birlikte, hala çevremdeki erkek şiddetine doğru yerden bakabildiğimi söylemek iddialı olur.

Hala ‘ama’lara başvurabiliyorum. Örneğin, bir akrabam ya da arkadaşım hayatını paylaştığı kadına sözel şiddet uyguladığında “ama en azından fiziksel şiddet yok” diye düşünürken bulabiliyorum kendimi.

Erkeklikle hesaplaşmayı tamamlamak kolay değil. Biriktirdiğimizi sandıklarımız çok hızlı bir biçimde yok olabildiğinden ‘aştım’ demek imkansız. Bu, sürekli yeniden yüzleşilmesi gereken bir gerçeklik.

Karşısında durduğumuzu iddia ettiğimiz şiddeti önlemek için, biz erkekler önce kendi şiddetimizle yüzleşmeliyiz. ‘Erkekliği’ sorgulama süreci tam da burada başlıyor.

Dışındayım demekle dışında olamayacağımızın bilinciyle kadınlardan gelen itirazlara kendimizi içtenlikle açmalı ve feministlerin söylemlerini dinlemeyi öğrenmeliyiz.

Erkeklikle mesafelenmenin ve onunla mücadele etmenin yollarını bulmaktan başka seçeneğimiz yok. (VA/ŞA/APA)

Görseller: Kemal Gökhan Gürses